İstanbul, Boğaziçi Anadolu Yakası

2010 yılı Avrupa Kültür Başkenti: İstanbul. Bu güzel şehrimiz düşünüldüğünde, elbette ilk akla gelenlerden biri de: Boğaziçi. İstanbul’a gelen, İstanbul’u ziyaret eden, İstanbul’u gezdim, İstanbul’u gördüm diyen herkezin, mutlaka bir şekilde: Boğaziçinde gezmesi, buraları görmesi gerek. Anadolu yakası, boğazın bir kıyısı. Benim size önerim: zamanınız kısıtlı ise, vapurla gezin. Zamanınız varsa: vapurla gidin, dönüşü kısa turlar halinde, otobüs, minübüs veya taksilerle yapın. Yazıyı okuyunca, kendiniz için belli duraklar seçebilirsiniz.

Boğaziçinin Asya yakasından; vapurla gezdiğinizi düşünerek, geriye doğru gezmeyi sürdürelim. Aksi halde; yazının sonundan başlamanız gerekecek.

Evet; sırasıyla: Kabakoz, Anadolu Feneri, Poyrazköy ve Anadolu Kavağı görülecek.

KABAKOZ:
Beykoz-Anadolu fenerinde; en eski yerleşim yerlerinden biridir. Şile’ye 10 km. mesafede. İstanbul’a 40 dakika uzaklıkta. Yerleşik nüfus bakımından en büyük köylerdendir. Şile-Ağva sahil yolunda, Ağva’ya doğru gidildiğinde, ilk karşınıza çıkacak köydür. Köyün meydanında bulunan ve 650 yıllık olduğu tahmin edilen anıt çınardan hareket ederek; 1350’li yıllarda, burada yerleşimin bulunduğuna inanılıyor.

Ancak; son dönemde, köy merkezinin dışında, sahil tarafında, köyden bağımsız olarak geniş bir araziye, yazlık evler kurulmuş. Öyle ki, bu yazlık evlerin sayısı; köy merkezindeki yerleşik hane sayısının üstüne çıkmış. Bu bölge de yerleşim birimi olarak “Kabakoz” diye anıldığında, ortaya “Kabakoz Tatil Köyü” adında, bağımsız bir olgu, gayri resmi olarak ortaya çıkmış durumda. Birçok müstakil ev yapılmış olmasına rağmen, turistik tesisleşmenin hiç olmaması, bu köyün isminin çevreye yayılmamasına yol açmış. Burada; ancak kendi yazlığını yaptıran kişiler uğrar olmuş. Ancak; yazın günübirlik ziyaretçiler yoğun olarak geliyorlar.

ANADOLU FENERİ;
Beykoz’dan Fener’e Belediyenin düzenli otobüs seferleri yapılıyor. Yol; pek kötü değil. Beykoz’a 14.5 km. uzaklıkta.Yani 15 dakika sürüyor.
İstanbul’un Asya yakasında, İstanbul Boğazı’nın Karadeniz’le birleştiği kuzey ucunda; Yon Burnu üzerinde bulunan deniz feneridir. İlk olarak; 1834 yılında kurulmuştur. 1858 yılında ise, Fransızlar tarafından yenilenerek işletilmeye başlanmış.
Kırım Savaşı sırasında, Fransız ve İngiliz gemilerinin boğazın ve Karadeniz’in girişlerini görebilmeleri için yapılmasına karar verilmiş. 1933 yılında, Fransızlara verilen 100 yıllık işletme hakkı iptal edilmiş ve tamamen Türklere geçmiştir.

Beyaz taştan yapılan fenerin boyu:20 m. Yalnızca, Beykoz’a dönük yüzünün dar kısmı; karanlıkta kalır. Anadolu Feneri, orijinal halini koruyan nadir fenerlerden biridir. Bir tek fenerin kristalini döndüren motor ve ampul sonradan eklenmiş. Denizden;75 m. yükseklikteki fener, bir saniyede “beyaz ışık” veriyor ve 18 saniye bekliyor.

Karşısındaki; umeli Fenerinden, 2 deniz mili uzaklıktar. Fenerin bulunduğu köy de; aynı isimle anılıyor. Fener; sabit silindir kristalinin içindeki 1000 watlık ampul; kristalin çevresinde elektrik motoruyla dönen bir paravan sayesinde, yanıp sönüyor. Elektrik kesintilerinde, bütan gaz ile destekleniyor. İlk günkü gibi korunan ve açık havalarda:16 deniz mili açıktan görülebilen fener; İstanbul’un Karadeniz’e açılan kapılarından birinde gemilere rehberlik ediyor. Fener’e giderken, sahile inen yokuşu kullanmayıp da düz devam ederek fenere ulaşanlar; fenere komşu olan caminin balkonundan çevreyi seyretme şansı buluyorlar. Bu noktada ki seyir terasından; Boğaz, İstanbul ve gökdelenlerin silüetleri görebilirsiniz.

POYRAZKÖY;
Anadolu yakasında, boğazın sonlarında yer alan bir köy. Buraya iki türlü gidilebilir. İlki deniz yolu ile, bu da ancak yaz aylarında mümkün. Diğeri ise, otobüs veya kendi aracınız ile gidebilirsiniz. Beykoz’u geçtikten sonra tabelaları gördüğünüzde, 18 km. daha gidiyorsunuz ve oraya varıyorsunuz. İstanbul içi olmasına rağmen, yol biraz uzun sürüyor. Çünkü: kötü. Yaz mevsiminde gitmek, gerçekten zahmetli, dikkat. Tercih sizin.

Kuruluş tarihi 600 yıl öncesine dayanıyor. İlk yerleşenler: Cenevizliler, ardından Bizanslılar gelmiş. Sonradan Karadeniz’den gelen göçmenler buraya yerleşmiş. Poyraz kalesi, Garipçe kalesi ile karşı karşıya ve aynı dönemde inşa edilmiş. Kara kısmından, çok az bir bölümü görülen kale; askeri amaçlar için kullanılıyor. Güzel bir manzaraya sahip olan Poyrazköy’de; temiz bir deniz, plajlar ve balıkçı lokantaları bulunuyor.

Evet; burada limanda, İstanbul’da görmeye alışık olmadığınız büyük balıkçı teknelerini göreceksiniz. Tam bir balıkçı kasabası havasında. Rengarenk takalar, iskelenin üzerinde yığılı duran ağlar, sakinlik ve sessizlik. Kıyıda ise, iki tane plaj var. Köye girmeden sola ayrılan yolda. Plaj, fazla büyük olmayan bir kumsal ve çevresinde irili-ufaklı tesislerden oluşuyor.

ANADOLU KAVAĞI:
Özel aracınız ile gitmeyi tercih ederseniz; ormanların arasından, askeri bölgenin yanından, kıvrıla kıvrıla, Anadolu kavağına varacaksınız. Tam bir balık cenneti, bakir bir köşe. Birçok balık lokantası var ve fiyatları da uygun. Midye tava ve dondurması muhteşem. İnsanlar, bu temiz havada yedikçe yiyor. Ne bir şişkinlik ne de bir uyuşukluk hali olmuyor. Tepeye; Cenevizlilerin inşa ettiği: Yoros kalesine tırmanın. Zorluk çekmeyeceksiniz. 14’ncü yüzyılda; Osmanlıların gözetleme kulesi olarak kullandığı kale; 1980’lerde halkın ziyaretine açılmış. Manzara mükemmel.

YOROS KALESİ:
Kale; Bizans eseri. 14’ncü yüzyıl ortalarında, bir süreliğine Cenevizlilerin eline geçmiş, sonra yeniden Osmanlılar almış. Kulelerden birinde görülen, tuğladan harflerle yazılmış “Grekçe” kitabe, buranın Bizans inşaatı olduğunu gösteriyor. 1305 yılında ise, kale, Türklerin eline geçmiş. Yoros kalesinin, tarih içinde sıkça el değiştirdiği anlaşılıyor.

Kalenin ismi nerden geliyor? Anadolu Kavağı Kalesi veya Ceneviz Kalesi olarak da bilinen bu kalenin adı “Kutsal Yer” anlamına gelen, “Hieron” dan geliyor. Yoros adının doğrudan doğruya “Dağ” anlamındaki “Oros”tan gelmiş olması da düşünülebilir. Boğazın; Karadeniz’e açılan bu bölgesinde; belki de kalenin bulunduğu yerde, 12 tanrı adına yapılmış bir mabet varmış. Geçen yüzyılda burada bulunan bazı atik mimari parçaların, bu mabedin kalıntıları olduğu düşünülüyor. Buradaki 12 tanrı adına yapılmış yapılar, Kalenin yapılış tarihini tek tanrılı dinlerden öncelere götürmeyi sağlıyor.

Evet; Yoros kalesi, 19’ncu yüzyılda, terk ediliyor. Çünkü, artık savunma durumunda bulunulmuyor. Burayı ziyaret ettiğinizde; duvarlarda ve kulelerde, Cenova armaları göreceksiniz. Geç bir dönemde, örülerek kapatılan ana girişin, iki yanındaki, haşmetli kulelerin cephelerinde; mermer üzerine kabartma olarak birer yarım ay içine, kollarının uçları tomurcuklu haçlar var. Her iki taşın da dört köşesindeki Grekçe kısaltmalı harfler incelendiğinde; görülür ki; bunlar hakkında şimdiye kadar yazılanlar eksik veya yanlıştır. Karadeniz tarafındaki kulenin üzerindeki harfler;” İsa’nın nuru, herkesin nurudur” anlamına gelen, kelimelerin kısaltmasıdır. Marmara tarafındaki kulede ise, yine “ Işık, nur” kelimelerinin kısaltması teşhis olunuyor.

Çifte burcun kapıya dönen yüzlerinde ise; yine mermere işlenmiş bir haçı çevreleyen dairenin içinde de “İesos Hristos Zafer” anlamındaki kelimelerin kısaltmaları yer almış. Örülü esas kapının iç tarafında ve yukarıda bir mermer levhada, iki küçük sütun kabartmasına oturan kemer biçiminde bir çerçevenin içinde, bir haç var. Bunun kolları arasındaki boşluklarda da kısaltma oldukları belirtilen dört harf var. Kaleyi inceleyen gezginler, harflerin Bizans devletinin klasik formülü olan, dört B’yi burada teşhis ettiklerini sanmışlardı. Buradaki dört harf, “ Ey sahip, despot Mihael Palaeologos’a kurtarıcı ol” anlamına gelen, dört kelimenin baş harfleri olarak okunmaktadır. Böylece, kalenin, şehir Latinlerinden 1261 yılında geri alınarak sonra İmparator VIII. Mihael Palaeologos (MS.1261-1282) tarafından yaptırıldığını ileri sürmek mümkündür.

Doğudan batıya, 500 m. kadar uzunluğu olan kale, Karadeniz’e paralel olarak araziye yerleşir. Kalenin genişliği: 60-130 m. arasında değişir. Bu tahkimatın; Boğaz tarafında olanı daha alçak iki tepenin üstünü kaplar. Kalenin en güçlü kısmı: yüksek tepenin, doğuya, yani Anadolu’ya bakan tarafıdır. Bu da kalenin, Boğaz girişini kontrol etmek kadar, kara tarafından gelecek bir tehlikeyi karşılamak üzere düşünüldüğünü gösteriyor.

Kalenin esas girişi, doğu tarafında, 120 m. kadar yükseklikteki tepenin üstündeki en hakim noktadadır. Yükseklikleri 20 m. kadar olan, yuvarlak iki burç arasında açılan tuğladan kemerli giriş, sonraları örülmüştür. Girişteki çift kulenin içlerinde, dört kolu eşit bir haç biçiminde mekanlar var. Her iki kulede de, bu mekanların üstlerinde, duvar tekniğinin değişik oluşundan anlaşıldığına göre, geç bir dönemde yükseltilerek, birer kat etlenmiştir. Güney duvarlarının sonunda, bugün bir kapı açıklığı gibi görünen parça da aslında bir burçtur. Kalıntılardan anlaşıldığı üzere, büyük kulelerin benzeri olarak, içinde haç biçiminden dört kemerli ve kubbeli tonozla örtülü, yüksek bir mekan olmalıdır. Bilinmeyen bir dönemde, bu burç yarısına kadar yıkılmıştır. Kalenin kıyıya kadar indiği ve burada en azından bir iskelesi ile bu iskeleyi koruyan bir burcu olduğuna ihtimal verilmektedir. Ayrıca, burada hangi döneme ait olduğu anlaşılamayan bir de fenerin bulunduğu, tarihi süreç içinde yapılan gravürlerde görülmektedir.

Burası: Anadolu Kavağı sırtlarında, zamanında boğazı gözetlemek ve kontrol altında tutmak için inşa edilmiş. Bugün hala ayakta kalmış olan iki büyük kulesi ve yeşillikler içerisinde boğazı seyredip güzel fotoğraflar çekilebilecek bir mekan.

Güneye doğru inen,ilk büyük yerleşim yeri: Beykoz.

BEYKOZ:
Mesireleri, kaynak suları, av sahaları, kalkan balığı, paçası ve cevizi ile ünlü bir yer. Zaten; Beykoz’a girerken, sağda Beykoz Korusunu göreceksiniz. Dar bir kapıdan, arabayla girilebilen koruda lokantalar ve havuz başında ise çay bahçesi var. Beykoz meydanındaki İshak Ağa Çeşmesi, güzel bir yapı. Ama daha hoş yanı İstanbul’da, bugün de kullanılabilen, ender meydan çeşmelerinden biri. Bir zamanlar; kılıç balığı bile tutulabilen Beykoz’un asıl: Kalkan balığı ünlü. Bir de: paçası. Mutlaka tadın.

PAŞABAHÇE:
Çubuklu’yu geçince Paşabahçe’ye inerken, deniz kenarında toprak bir yol ayrılır. Boğazın bu en güzel yerinde bulunan antrepolar boşaltıldı ve restore edilerek, turizme kazandırıldı. İstanbul’un ünlü eğlence yerlerinden biri, burada faaliyette. Evet; Sanayileşme köylerinden biri olan Paşabahçe’de; Paşabahçe Cam Fabrikasını ve fabrika satış mağazasını göreceksiniz.Mağaza her gün açık. Mutlaka uğrayın. Makine ve el işçiliğiyle üretilmiş cam eşyalar uygun fiyatlarla satışa sunuluyor.Burada: 200 yıllık camcılık geleneği ve ayrıca “Beykoz işi” denilen, cam mamülleri ve Çeşm-i Bülbül’leri üretilmiş.

Bu bölgede görebileceğiniz diğer yapılar: Ahmet Mithat Efendi Yalısı, İshak Ağa Çeşmesi, Çubuklu Tepelerindeki Hidiv Kasrı

HİDİV KASRI:
Çubuklu sırtlarındadır. 1907 yılında, Mısır’ın son hidivi (Osmanlının Mısır Valisine hıdiv ismi veriliyor) Abbas Hilmi Paşa tarafından, İtalyan mimar Delfo Seminati’ye yaptırılmıştır. Dönemin mimari modasına uygun olarak “art nouveau” tarzındadır. Kasrın binası: şato biçimindedir. Kapısının üzerinde “Ay-yıldızlı” Hıdiv Tacı Bayrağı arma haline getirilerek yerleştirilmiştir. Dış kapı girişi tamamen altın yaldız çiçek figürleriyle işlenmiştir. Yuvarlak mermer sütunlar, Teraslar, Hıdiv’in yatak odası, kulesi, mermer, ahşap ve kristal salonları önemli özellikler taşır. Neo-Klasik, Neo-İslam, Neo-Osmanlı olarak değerlendirilecek öğelerle bezenmiştir. Avrupa mimarisindeki gelişmeler, çiçek, meyve ve av hayvanlarının resimleri, duvarlara, tavanlara, sütun başlıklarına işlenerek yapılmıştır.

Kasır, Vali Muhittin Üstündağ zamanında, çok küçük bir bedelle satın alınarak, şehre kazandırılır. Böylece;176 dönümlük koca orman, kıyıdaki eski yalı binaları, güney ucundaki büyük ahır binası, kuzey girişindeki şato benzeri kapısı ve sarayın kendisi; yok denecek bir fiyatla, İstanbul şehrinin malı olur. Hidiv ise, Türkiye’yi kesin olarak terk eder ve İsviçre’ye yerleşir.

Tarihi süreçte: uzun süre bakımsız kalan kasır, 1980’lerde özel firma tarafından restore edilmiş ve bir süre otel olarak hizmet vermiştir. Şu anda: lokanta ve sosyal tesis olarak kullanılmaktadır. Kasrın bir yüzündeki İstanbul’un en büyük gül bahçelerinden olan dış mekanı ve tarihi iç mekanda ayrıca düğün gibi organizasyonlar da düzenlenmektedir. Arkasındaki koruluk ve yürüyüş yolu ise, spor ve yürüyüş yapanlar tarafından kullanılmaktadır.
Kasrın ana girişinin ortasında; mermerden ihtişamlı ve anıtsal bir çeşme var. Tavanı; çatıya varıncaya kadar yükselir ve vitrayla kaplıdır. İçinde; çeşitli yerlerinde zarif çeşme ve havuzlar bulunuyor. Bina; plan olarak, salonlar arasındaki bağlantılar aracılığıyla, havuzun etrafında bir daire çizmekte. Bu daire, yalnızca giriş holü tarafından kesilmekte. Bu holdeki tarihi asansör, dikkat çekici başka bir detay. Üst katta ise, özel odalar bulunmakta.

Boğaziçinin geleneksel yapısını en iyi koruyan bölgesi: Kanlıca-Kandilli arasıdır. Boğaziçinde; yapılaşmaya izin verilmesiyle birlikte, önemli ölçüde yara alan: Kanlıca Koruları, Kavacık Mesiresi, Mihribat ve Kavacık Ormanları, yine de darlaştırılmış bir yeşil kuşak olarak Kanlıca’yı tepeden sarıyor.

KANLICA:
Kanlıca’da ineklerin sütü, yediği özel bir ottan dolayı, pembe olurmuş. Yoğurdun ünü de buradan gelirmiş. Kanlıca’da İskele yanındaki çay bahçelerinde yoğurt yemek, bugün de fena değil. Mutlaka tadına bakın. Bu arada, yalılardan kalan boşluklar da olta balıkçılarının mekanı olmuş. Olta takımınız yoksa, kiralayıp balık tutmayı deneyebilirsiniz. Kanlıca içindeki sokaklardan birine girip, Kanlıca sırtlarına çıkıldığında, Boğaziçi’nin belki de en şirin noktalarından birine, Mihrabad Korusuna çıkabilirsiniz. Bu koru, adını: Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın sadrazamlığı sırasında, Sultan III. Ahmet için yaptırdığı ama sonradan yıkılan Mihrabad Kasrı’ndan almış. 25 hektarlık koru, Boğazın hakim bitki örtüsünü, en çok da erguvan ağaçlarıyla, fıstık çamlarını barındırıyor. Koru: Orman İşletmesinin idaresinde.

Kıyıda: Asaf Paşa , Şefik Bey, Hacı Ahmet Bey, Ethem Pertev, Ferruh Efendi, Prenses Rukiye, Hekimbaşı Salih Efendi, Marki Necip yalıları; Kanlıca’nın önemli yapıları. Buradaki en ilginç yapı: 1699 tarihi yapımı olan, en eski ahşap Osmanlı evi sıfatını taşıyan; Amcazade Yalısı’ndan geriye kalan divanhanesi. Ne yazık ki; o da, 2003 yılındaki yağmurlardan sonra; yıkılmak üzere.

HEKİMBAŞI YALISI:
Hekimbaşı Salih Efendi (1817-1905); 1843 yılında, Türkiye’nin ilk Tıp Okulundan mezun olmuştur. Üç değişik Sultanın doktorluğunu yapmış ve kentteki bütün tıbbi kuruluşları denetlemiştir. Botanik meraklısı olduğundan, bir güle, onun adı verilmiştir. Soyundan gelenler, hala, yalıda yaşamaktadırlar.

Evet, gezimize devam ediyoruz. Yolumuz üzerinde; Anadoluhisarı var.

ANADOLU HİSARI:
14’ncü yüzyılda, Sultan I. Beyazıt (Yıldırım) ın, Boğazın en dar yerine yaptırdığı kalenin adlandırıldığı yer. Göksu deresi ile deniz arasında, kireç ve şist katmanlarından meydana gelen tepenin üzerindedir. Eski kaynaklarda: “Güzelhisar, Güzelcehisar, Yenihisar, Yenicehisar, Akhisar” isimleriyle de anılır.

Doğu-Batı çapı:65 m. ve Kuzey-Güney çapı ise 80 m. Dış surların kalındığı: 2 ile 5 m. arasında olup bu dış surların üzerinde, topların yerleştirildiği menfezler bulunur. Hisarın surlarını korumak için, surun üzerine, silindir şeklinde, 3 kule yapılmıştır.

Asıl kalesinde ve iç surlarında, araları harçla doldurulmuş blok taşlar kullanılmıştır. Anadolu Hisarının, Osmanlı tarihinde önemli bir yeri vardır. Yıldırım Beyazıt, Ankara Savaşında yenilince, oğlu Süleyman Çelebi, bir süre burada saklanmıştır. Sultan II.Murat devrinde, Haçlı ve Macar ordusunu durdurmak üzere yola çıkan ordunun Rumeli’ye geçmesinde, bu hisardan yararlanılmıştır. Sultan II. Murat, Yalova yolu ile buraya gelmiş, Çandarlı Halil Paşa’da, karşı kıyıdan top ateşiyle padişahı korumuş, Papalık ve Venedik donanmasına rağmen, rahatlıkla karşı kıyıya geçilmişti.

İstanbul’un fethinden sonra askeri önemini yitirmiş, çevresi zamanla bir yerleşim bölgesi durumuna gelmiştir. Hisar civarında, önce askerler yerleştirilmiş, daha sonra sivil halk da iskan edilmeye başlanmıştır. Bugün bazı bölümleri yıkık olan Anadolu Hisarı’nın ortasından yol geçmektedir.

Küçüksu’nun en ünlü yapısı: Küçüksu Çeşmesi ve Küçüksu Kasrı’dır.

KÜÇÜKSU:
Küçüksu: geçen yüzyıl sonunda: kasrı, çayırı ve hemen yanı başındaki Göksu deresi ile anılırdı. Bir zamanlar; mehtap seyrederek kayıkla dolaşılan, kaçamak göz süzüşlerle delikanlıların yüreklerini hoplatan güzellere şarkılar yazılan Göksu’ya şimdi bakıp “Bütün bunlar burada mı yaşanmış?” diye şaşırmamak elde değil. O zamandan bugüne, Küçüksu Kasrı ve yanındaki çeşme ulaşmış. Ama, onunla birlikte anılan Küçüksu Çayırından eser kalmamış. Çayır; 2’nci boğaz köprüsü sırasında şantiye olarak kullanılmış ve bütün özelliğini yitirmiş.

KÜÇÜKSU KASRI:
19’ncu yüzyılda; Sultan Abdülmecit, Küçüksu’da, daha önce inşa edilmiş olan eski ve ahşap yapıyı yıktırarak yerine bugünkü kasrı yaptırır. Döneminde: av ve dinlenme amaçlı kullanılıyordu. Bodrumu ile birlikte, 3 katlı olan kasır; geleneksel Türk evi plan tipini yansıtıyor. Oda ve salonları, değerli eserlerle döşenmiş olan eşsiz bir sanat müzesi niteliğindeki kasır; Cumhuriyet döneminde de bir süre, devlet konuk evi olarak kullanılmış. Günümüzde ise; bir müze-saray işlevini kazanmış.

Küçüksu’dan sonra yükselen arazide, güzel bir koru var. Tepe; bir aşk hikayesi’nden dolayı “Sevda Tepesi” olarak biliniyor.

SEVDA TEPESİ:
Kandilliden Küçüksu’ya gelirken, yukarılarda, evlenmesine izin verilmeyen iki gencin intihar etmesinden adını alan ve birçok Türk filminde görülen Sevda Tepesini görebilirsiniz. Yakın geçmişte,bu tepenin Araplara satılma durumu vardı, belki duymuşsunuzdur.

Gezimize devam ediyoruz. Çok seçkin kişilerin yaşadığı: Kandillideki sahil saraylarının, köşklerin, yalıların ne yazık ki çoğu, yangınlar sonucu yanıp kül olmuş gitmiş. Geriye kalanlar arasında: Kıbrıslı, Abud Efendi, Kont Ostrorog, Hadi Semi, Edip Efendi yalıları sayılabilir.

KIBRISLI YALISI:
64 m.lik bir sahile sahiptir. 18’nci yüzyılda yapılmıştır. Doğu salonu zemini taşlardan yapılmış ve ortasında mermer bir fıskiye vardır. Kıbrıslı Mehmet Emin Paşa; dürüst ve yetenekli bir devlet adamıdır. 3 değişik Sultana Sadrazamlık ve Rusya Büyükelçiliği yapmıştır. Yalıyı; 1840 yılında satın almış ve o zamandan beri aynı ailede kalmaktadır. Boğazın en eski ve sürekli oturulan yalısıdır. Bu yalı; Piyer Loti ve Yahya Kemal gibi yazarların, çok sevdiği bir toplantı yeriydi ve Iraklı kral Faysal ve Fransız Prensesi Eugenie gibi ünlüleri ağırlamıştır.

KONT OSTROROG YALISI:
Polonya doğumlu, şeriat hukukunun batılı uzmanı, Osmanlının Hukuk Danışmanı Leon Ostrorog; burayı, 1904 yılında satın almıştır. Karısı, önde gelen Levanten ailelerden birinin kızıydı. Ostrorog’ un kişisel eşyaları ve kitapları, hala burada sergilenmektedir.

Kandilli de, ayrıca: Kandilli Camii, Surp Yergodasan Arekelotz Ermeni Kilisesi, Hristos Metamophosis Rum Ortodoks Kilisesi, Fransız Katolik Kilisesi gibi dini yapılar da dikkat çeker.

ADİLE SULTAN SARAYI:
Sarayın ilk sahibi olan Adile Sultan; Osmanlı tarihinin en ilgi çeken kadınlarından biridir. II. Mahmut’un kızı olan
Sultan, çok iyi eğitim almış ve hanedana mensup divan sahibi tek kadın şair olarak biliniyor. Saray; 1899 yılında, bizzat Adile Sultan tarafından bir kız okulu yapılması dileğiyle Milli Eğitim Bakanlığına bağışlanmıştır. Kandilli Kız Lisesi olarak eğitim verdiği dönemde; 1986 yılında çıkan büyük yangın sonrasında, büyük hasar gören yapı; Sakıp Sabancı tarafından yapılan bağışla restore edilmiştir.
Milli Eğitim Bakanlığı, İstanbul Valiliği, Sakıp Sabancı, Hacı Ömer Sabancı Vakfı, Kandilli Kız Lisesi Eğitim ve Kültür Vakfının destekleriyle, yeniden hayata geçirilen merkez; saygın organizasyonlara ev sahipliği yapmak üzere, 2006 yılında açılmış.
Saray boğaz manzarasına hakim bir konumda olup, altın varak işlemeli, yüksek tavanlı salonlara sahiptir. Sarayda: ziyaret ve toplantı amaçlı 500 kişi kapasiteli Oval Salon, 200 kişi kapasiteli 2 toplantı salonu var.

Vaniköy’e geldiğinizde: Kadıefendi, Fazıl Bey, Nazif Paşa, Koç-Kıraç, Mahmut Nedim yalılarının yanı sıra, Kuleli Askeri Lisesi görülebilir.

KULELİ ASKERİ LİSESİ:
Fatih Sultan Mehmet; İstanbul’u aldığı zaman, Kuleli’nin şimdi bulunduğu yerde, bir koru ve içerisinde de bir manastır ve bir kule bulunuyordu. Yavuz Sultan Selim devrinde (1512-1520) bu manastır; yeniçerilere kışla olarak verilmişti. Hatta, bu kışla mevkii, Bostancıbaşı Odaları diye anılırken, zamanla güzel ve süslü bir bahçe haline gelişinden olacak, Kuleli Bahçesi diye tanınmıştı.
Kanuni Sultan Süleyman (1520-1577) padişah olunca, bahçede, yüksek bir kulesi bulunan, 9 katlı ve her katı fıskiyeli havuzlarla süslenen büyük bir kasır yaptırmıştı. Sultan III. Ahmet (1703-1730) devrinde, kule bahçesi ve etrafı; has olarak kendisine verilmişti. Bizans devrinden kalan kule yıktırıldı. Sadrazam Nevşehirli İbrahim Paşa’nın damadı Kaymak Mustafa Paşa tarafından sahilde bir mescit yaptırıldı. (1744)

Sultan II. Mahmut döneminde (1808-1839); Bostancıbaşı Odaları mevkii; yani okulun şimdi bulunduğu yerdeki bu kışla, Kuleli Askeri Lisesi’nin ilk yapısını oluşturmuştur. Abdülmecit devrinde (1839-1861) kışla yanınca, yerine, yarı kagir olarak yenisi inşa edilir. (1843). İki tarafına da kuleler yapıldığı için, kışlaya bu tarihten itibaren Kuleli Kışla denilmeye başlanır. 1847 yılında, su yolları tamamlanarak kışlanın su işi de halledilir.

Kırım Savaşına katılmak üzere, İstanbul’a gelen Fransız ve İngiliz askerlerinin bir kısmı: Fransa’nın İstanbul Maslahatgüzarının isteğine uyularak, bu kışlaya yerleştirilirler. (1854) Burası: müttefik askerlerinin: kışla ve hastanesi haline getirilir. Harpte yaralanan ve tedavileri sırasında ölen müttefik askerleri; kışlanın kuzeyindeki mezarlığa gömüldüğü için, yakın zamana kadar, bu mezarlığa İngiliz Mezarlığı deniliyordu.
Kışla: 1856 yılında, İngilizler tarafından boşaltılırken, çıkarılan kasıtlı bir yangınla: tamamen harap olmuştur. Sultan Abdülaziz döneminde (1861-1876) kışla ana duvarları kagir, iç bölmeleri, tavan ve tabanları ahşap olarak, iki kat halinde inşa edilir ve böylece bugünkü kışla ortaya çıkar. (1871)

Kuleli Askeri Lisesi; “Mekteb-i Fünun-ı İdadiye” adı altında, 21 Eylül 1845 tarihinde, bugün İstanbul Teknik Üniversitesi olarak kullanılan; Maçka Kışlasında kurulmuştur. 1872 yılında ise; Kuleli Kışlasına taşınmıştır. Bu tarihten sonra okul “Kuleli İdadisi” adıyla anılmaya başlanır.

Okul; tarihi süreç içinde; 1925 yılında, bugünkü adını almış, Kuleli Askeri Lisesi olarak anılmaya başlanmıştır.

Bu yapılar; Çengelköy’e doğru Boğaz’ın ahşap camilerinden: Kaynak Mustafa Paşa Camii, Koru Restoran, yeni yalılar, Ayios Yeoryios Kilisesi, Çengelköy Meydanı, Karakol, Lahana Çeşmesi, Hamdullah Paşa Camii, Abdullah Ağa, Serezli Faik Bey, Sadullah Paşa yalıları izliyor.

SADULLAH PAŞA YALISI:
Çengelköy’de vapur iskelesine gelmeden önce görülür. Boğazın en eski ve içi dışı en güzel klasik ahşap yalılarından biridir. Yaklaşık 200 yıllık. Ortadaki oval salondan, sekiz küçük odaya geçilen, geleneksel Osmanlı yalı mimarisinde yapılmıştır. Yalı; Sadullah Paşa’nın uzak bir akrabası olan Emel Esin’e aittir. Eşi Necibe Hanım’ın Viyana’da ölen kocasını; yalının penceresinde, 25 yıl beklemesi, hala anlatılan bir öyküdür. Önünde bir de çeşme var.

Çengelköy; koca çınarları, salatalığı, armudu, bademi, Ortadoks’ ların geleneksel denize haç atma ve çıkarma töreni ile, tarihi dokusunu kısmen koruyan şirin bir köydür.

Devam ettiğimizde: Beylerbeyi. Beylerbeyi semtinin en renkli yeri. İskele çevresi. Semtin ana binası da: Beylerbeyi Sarayı.

BEYLERBEYİ:
Beylerbeyi Sarayını geçip, İskeleye çıkan dar sokaklara girildiğinde, turistik eşya satan dükkanları, rıhtıma ve yola atılmış masalarıyla midyecileri, balıkçı lokantaları, çayhaneleri,küçük balıkçı barınağı üzerinde hiç eksik olmayan midye ayıklayıcıları göreceksiniz.Gerçekten; çok renkli ve çekici bir dünya. İskeleye bitişik Hamidievvel Camii, Boğaziçi’nin en güzel camilerindendir. 1788 yılında, Sultan I. Abdülhamit zamanında yaptırılmıştır. Mimari ise Tahir Ağa.

BEYLERBEYİ SARAYI:
Beylerbeyi ve çevresinin yerleşim alanı olarak kullanılması, tarihte oldukça eskilere, Bizans dönemine kadar gider. Şöyle ki; 18 nci yüzyılda yaşamış ünlü bir gezgine göre: İmparator Büyük Konstantinus’un diktirdiği bir haçtan dolayı, Bizans döneminde “İstavroz Bahçeleri” adıyla anılan yöre, Osmanlılar döneminde, padişahların “Has Bahçelerinden” biri olarak kullanılmıştır. Buraya; Beylerbeyi adının verilme sebebi ise: 16’ncı yüzyılda, Beylerbeyi Mehmet Paşa’nın burada bulunan köşkünden kaynaklanmaktadır.

1829 yılında; Sultan II. Mahmut’un yaptırdığı ahşap Sahil Sarayı ile, bölge hareketlilik kazanır. Takip eden dönemde ise; Sultan Abdülaziz tarafından, Sultan II. Mahmut’un ahşap sahil sarayı yıktırılarak; 1861-1865 yılları arasında yaptırılmıştır. Mimar Sarkis Balyan. Yapımı: 4 yıl sürmüş ve inşaatında, 5000 kişi çalışmıştır. Çalışan işçilere moral ve şevk vermek amacıyla, müzisyenler sürekli müzik çalmışlardır. Denize düşkünlüğü ile bilinen Sultan Abdülaziz; ayrıca tavanları bol miktarda deniz ve gemi tabloları ile döşetmiştir.

Saray genellikle, yaz aylarında: özellikle de yabancı devlet başkanlarının ağırlanmasında kullanılır. Tahttan indirilince Selanik’e gönderilen II. Abdülhamit; Balkan Savaşı çıkınca; 1918 yılında Beylerbeyi Sarayına getirilmiş ve ömrünün son altı yılını burada geçirir ve bu sarayda ölmüştür.

Çeşitli batı ve doğu üsluplarının kaynaştığı sarayı iç mimarisi; geleneksel Türk evi planına benzerlikler gösterir. H Bu sarayda: Fransa kralı III. Napoleon’ın karısı İmparatoriçe Eugeine, Avusturya İmparatoru Franz Joseph, İran Şahı Nasreddin, İngiltere kralı VIII. Edward ve Madam Simpson kalmış.

Harem ve Selamlık olarak iki ana bölümden oluşan sarayda; Selamlık, donatım ve süsleme açısından Harem’den daha zengin tutulmuş. Yazlık bir saray olarak kullanıldığından, ısıtma tertibatı yoktur. Serinlik vermesi açısından ve yapılan görüşmelerin duyulmaması için, sarayın içine havuz yaptırılmıştır. Sahilde: iki küçük seyir köşkü bulunmaktadır.

3 giriş, 6 banyo, 6 salon ve 24 oda içeren sarayda: Set bahçeleri, bu bahçelerde bulunan köşkler ve büyük bir havuz bulunuyor. Üst set bahçesinde bulunan havuzun çevresinde yer alan: Sarı Köşk, Ahır Köşk ve Mermer Köşk; Osmanlı Saray mimarisinin günümüze gelen önemli yapılarını oluşturuyor. Rutubete ve sıcağı karşı; döşemeleri, orjinalleri Mısır’dan getirilen hasırlarla kaplanmıştır. Çoğunluğu “Hereke” yapımı, büyük boyutlu halı ve kilimleri, Bohemya kristal avizeleri, Fransız saatleri, Çin, Japon, Fransız Yıldız vazoları, görülmeye değer sanat yapılarının yalnızca bir bölümüdür.

Batı ile ilişkilerin güçlendiği bir dönemde yapılan Beylerbeyi Sarayı’nın en ilginç yanı; Set Bahçelerinin altından geçen tarihsel tünel’dir. Tünelin ortasında yer alan çeşmenin yazıtında, Sultan II. Mahmut’un adı geçmekte ve yapının tarihlendirilmesinde önemli bir ip ucu oluşturmaktadır. Tünel girişinde, ayrıca Osmanlı tulumbacılarından kalan aletler vardır.

Üst set bahçesindeki büyük havuz ve Mermer Köşk gibi II. Mahmut döneminden kalan bu tünel, kıyı yolunun işlevini sürdürmesini sağlarken, aynı zamanda yüksek duvarların ötesiyle, bahçelerin bağlantısını da kurmaktadır.

Bahçeleri, kafeteryası, satış reyonuyla; müze-saray olarak hizmet vermekle birlikte, sarayda önceden belirlenen ve alınan izinlere bağlı olarak: ulusal ve uluslar arası nitelikte resepsiyonlar da düzenleniyor. Bugüne kadar, yalnız Harem ve Selamlık bölümleri gezilebilmekteydi. Yapılan son çalışmalarla, Anadolu yakasının önemli doğal güzelliklerini içeren “Set Bahçeleri” ve sarayın değerli bir bölümünü teşkil eden “Sarı köşk”, “Mermer köşk” ve “Ahır köşk” de; tümüyle ele alınarak restore edilmiş ve ziyarete açılmıştır.

Beylerbeyi-Paşalimanı arasında kalan; Kuzguncuk, belki de Boğaziçi’nin en kozmopolit yeri olmuştur. Musevilerin bir ara çok önem verdikleri bu semtte de: Aşağı Sinagog (Kal de Aboşo/Beth Yaakov-1878), Yukarı Sinagog (Virane/Kal de Aria-1840’lı yıllar) , Ayios Panteleymon, Ayios Yeoryios, Surp Krikor Lusavoriç Kiliseleri, Üryanizade Mescidi, Yeni Cami semtin dini yapılarıdır.

Kuzguncuk’daki Fethi Ahmet Paşa Yalısı ise, ünlü mimar Le Corbusier’ye ilham kaynağı olmuş.

KUZGUNCUK:
Farklı inanıştaki insanların, iyi komşuluk ilişkileri içinde yaşadıkları Kuzguncuk’ta, cami ile kilisenin komşu olması, hoşgörünün ifadesi gibidir. Kuzguncuk, buraya yerleşen aydınları, yerli halkı ile geçmiş kültürü yaşatmaya çalışıyor. Bir hayli de başarılı oluyor. Kuzguncuk’a varmadan uçuk pembe bir yalı görülüyor. Pembe yalı veya Macanlar yalısı denilen, 18’nci yüzyıl sonu yapısıdır. Boğazın en iyi korunmuş yalılarındandır.


İstanbul, Boğaziçi Anadolu Yakası” için bir yorum

Bir yanıt yazın

Connect with: